Yıllardır derin hayranlık duyduğum Türk edebiyatının değerli ismi Sunay Akın’la tanışmamız yaklaşık üç yıl öncesine dayanıyor. 1700’lü yıllardan günümüze oyuncak tarihinin en gözde örneklerinin sergilendiği İstanbul Oyuncak Müzesi’nde bir araya gelmiş ve Sanatla Randevu projelerimizi paylaşmıştık.
Birlikte organize ettiğimiz toplantılarda kendisini daha yakından tanıma fırsatı bulurken hepimizin bildiği şair, yazar, gazeteci, araştırmacı ve tiyatro oyuncusu sıfatlarına ek olarak ince yürekli, iyi bir baba, iyi bir eş, iyi bir dost, hayat enerjisi yüksek, içindeki çocuğu yaşatan bir insan tanıdım.
Her sohbetimizde derin bilgisinden yararlanma imkanı bulur, mütevazı kişiliğinin yanı sıra hitabet yeteneğinin çevresindeki insanları nasıl büyülediğine de şahit olurum.
Geçtiğimiz Eylül ayında zeytin ağaçları ve çam ormanlarıyla çevrili, mitolojinin beşiği Kazdağları’nın Adatepe Köyü’nde farklı bir Sanatla Randevu etkinliği sayesinde Sunay Akın’la yeniden bir araya gelme fırsatım oldu.
Gerek köyün tarihi okulu Taş Mektep’te gerekse konakladığımız butik otelimizin bahçesinde gerçekleştirdiğimiz sohbetlerde Akın’ı dinlerken büyülü, gerçeküstü bir yolculuğun içerisinde bulduk kendimizi. Büyük bir coşku ve heyecan ile araştırmalarını, bilgi birikimini bizlerle paylaşırken gözümüzde canlandırdığımız hikayeler sayesinde kah güldük kah hüzünlendik.
Türkiye’de ilk Oyuncak Müzesi’ni kuran ve müzecilik anlamında büyük değer yaratan üstad ile gerçekleştirdiğimiz röportajda onu daha yakından tanıyıp çalışkanlığı ve azmi için bir kez daha hayran olacaksınız.
Bu değerli sohbet için sevgili Sunay Akın’a teşekkür ediyorum.
- 1962 doğumlu olmanızın anlamlı olduğunu söyleyip “Sadece 62’den tavşan yapılır” esprisi ile noktayı koyuyorsunuz. Bu mizah duygunuz Karadenizli olmanın verdiği bir armağan mı, yoksa genetik bir miras mı?Anlatılan laz fıkralarına gülmem ben, çünkü Trabzon’da hayat o fıkralardan çok daha komiktir. Doğu Karadeniz’de yaşamak kolay değildir; topoğrafya, iklim, doğa koşulları çok zorlar insanı. Bu yüzden zeki, çalışkan ve yaratıcı omak zorundasınız, yoksa tutunamazsınız hayata. Anadolu insanı ince zekalı, duyarlı. Çok ama çok güzeldir zaten. Bu zenginliği halk oyunlarında, kıyafetlerde, sofralarda, türkülerde görürsünüz. Biz Karadenizliler de bu güneşin sofrasında bir lezzet olabildiğimiz için çok şanslıyız. Yeter ki bu rengarenk kanat bilginin rüzgarına açılsın.
- İlkokul 1. sınıfa giderken dolabınızdaki boş bir elbise askısına şiir yazmışsınız. ‘Hepsi doluydu ama o, oyuna alınmayan çocuk gibiydi’ diyorsunuz. O yaşlarda kendinizi böyle mi tanımlıyordunuz?
Benden bir yaş büyük olan ağabeyim okula başlayınca, ben de akşamları ders çalışırken yanında oturur, onu gözlemler, kağıda yazıp çizerdim. Kendi kendime okuma ve yazmayı öğrendim böylelikle. Ilk şiirimi de elbise dolabındaki boş bir askıya yazdım. ‘’Üşümüyor musun?’’ diye sorduğumu anımsıyorum şiirde. Oyunlarda ise hen senarist hem yönetmen hem de başroldeydim.
- Tuncay Terzihanesi kitabınızda terzi olan babanızın annenize diktiği üç düğmeli bordo ceketin ortanca düğmesi olduğunuzu söylüyorsunuz. “Ortanca düğme” olmak hayatınızı nasıl şekillendirdi?
Üçüncü düğme cekete eklendiğinde on yaşındaydım. On yıl boyunca iki kardeş hep bir örnek giydirildik, aynı sevgi şemsiyesinin altında korunduk. Kardeşim İstanbul’da dünyaya geldi. Üçümüzde aynı odada yatardık ama ben ortancayım diye ortada değil, pencere kenarındaki yatağı kapardım. Annem bir ceket diktirmek için gitmiş babamın terzi dükkanına, öyle tanışmışlar. Benim için terziler kılıncı dikiş iğnesi, kalkanı yüksük olan hayatın emekçi kahramanlarındandır.
- Babanızın terzihanesinden aldığınız kumaş parçalarını cebinizde taşır, o kumaşlara dünya haritasını çizer, her parçayı bir ülke yapar ve dünyayı cebinizde taşıdığınıza inanırmışsınız. Hatta öğretmeniniz sizi o kumaş parçaları ile yakalamış ve kızmış. Hayallerinizi gerçekleştirip o ülkelere gidebildiniz mi?
Çok severdim babamın terzi dükkanını, kesip biçtiği kumaşlardan arta kalan parçalar benim ilk oyuncaklarımdır. Ülkelere benzetirdim onları, bu güzel gezegenin rengarenk kültürüne çok benziyorlardı. Evet, o ülkelerin çoğuna gittim, gördüm. Ülkelere benzeyen kumaş parçalarını ceplerimde taşırdım. Ceplerimdeki hayaller gerçek oldu.
- Müjdat Gezen Sanat Okulu’ndan dersler aldınız, verdiniz ve tek kişilik gösteriler yaptınız. Bizi, koltuklarımızda kemerlerimiz bağlı, zihnimiz özgür, sürprizlerle dolu yolculuklara çıkarıyorsunuz. İçine hapsolduğumuz dünyadan başımızı kaldırıp hayatın renklerini keşfetmeye, güzel tesadüflerle hayatımıza bağlamaya heveslendiriyorsunuz. Kitaplarla, şiirlerle, sosyal medya aracılığıyla paylaştıklarınızla, sahnede olmak farklı mı?
Sahnenin ayrı, apayrı bir dili vardır. Kitaplarımdaki öyküleri drama tekniğiyle seyircilerime aktarıyorum. Tek kişilik oyunlarımda bir yazarın kaleme aldığı herhangi bir metni değil, kendi yazdıklarımı sahneliyorum. Sanırım bu konuda kendime özgü bir yol açtım. Meddah geleneğinin günümüzdeki temsilcilerinden biriyim. Bir saate bin kitabın ışığını sığdırmaya çalışıyorum.
- 20 yıldır, tek kişilik sahne oyunu alanında en çok gösteri yapanlardan biriyim; yurt içi ve yurt dışında yüzlerce kez sahne aldım. Sadece tiyatro salonlarında değil, kent meydanlarına kurulan sahnelerde de oynadım. 20 bin kişiye oynadığımı da biliyorum. Salon olarak tribünlerinde 10 bin kişinin oturduğu kapalı spor salonunda seyirci karşısına çıktım.Evet, Müjdat Gezen Tiyatro Okulu’nda edebiyat ve yaratıcı yazarlık dersleri verirken tiyatro sanatının ustalarının da derslerine giriyordum. Hem hocası hem öğrencisiydim okulun. Tek bir sanat disiplinine bağlı kalamıyorum ben, farklı ve yeni diller denemek istiyorum.
“Karanlık dediğimiz yer, birileri ışığı oraya taşımadığı için vardır”
- “Bir ülkenin geleceği o ülkedeki politikacıların vaatlerinde değil, çocukların hayallerindedir”, diyor ve 23 Nisan 2005’te ailenizden kalan tarihi köşkten feragat ederek Türkiye’nin ilk “Oyuncak Müzesi”ni hayata geçirdiniz. Müze kurma fikri nereden doğdu, nasıl başladı? Oyuncak Müzesi’nin dünyadaki benzerlerinden farkı nedir?
Almanya’nın Nurnberg kentinde ziyaret etmiştim ilk oyuncak müzesini. Oyuncak konulu bir kitap yazmaya karar verdim ve yaklaşık beş yıl oyuncak sanat ilişkisinde araştırmalar yaptım. Bu arada, oyuncak tarihini öğrettim, dünyadaki diğer oyuncak müzelerini gezdim… Ve ortaya ‘’Kırdığımız Oyuncaklar’’ adlı kitabım çıktı.
Oyuncak müzelerini gezerken gıpta ettim, imrendim. Kıskandım, demiyorum. Çünkü ben kıskanmam, kıskançlık kendine güveni olmayan insanların işidir… Ama ben imrenirim, gıpta ederim. Oyuncak müzelerini gezerken, neden benim ülkem bu bilgi birikiminden, insanlık tarihinin bu hafızasından yoksun diye hayıflandım. Sonunda, bir oyuncak müzesi kurmaya karar verdim. Sahne oyunlarım dolu dolu geçiyor ve kitaplarım baskı üstüne baskı yapıyordu; para kazanıyordım açıkçası. Tuttum, o paralarla, her kuruşu alın terimin hakkı olan sanatçı teliflerimle oyuncak tarihinin en değerli örneklerini almaya başladım. Ne de olsa hangi oyuncağın müze değeri taşıdığını, hangisinin taşımadığını biliyordum.
2005 yılında kurduğum İstanbul Oyuncak Müzesi’ni benzerlerinden farklı kılan öncelikle sergilenen eserlerdir. Bu konuda en özgün ve en değerli eserleri sunuyoruz ziyaretçilerimize. Sonra sergilenme biçimi. Sahne tasarım sanatçılarıyla kurguladık müzeyi. Ayhan Doğan ile iki yıla yakın bir çalışmanın sonunda doğdu. Bir şair ve bir sahne tasarım sanatçısının hayallerini birleştirmesiyle oluşan bir sergi dili var müzenin, bu özelliğiyle de bir farkındalık oluşturuyor.
- Sayenizde pek çok müzemiz oldu. Oyuncak Müzesi dışında Masal Müzesi (Kartal), Oyun Müzesi (Ataşehir) ve Okul Müzesi’nin (Ataşehir Enstitü Koleji) kapılarını açtınız. Ayrıca Gaziantep’te, Antalya’da ve Samsun’da Oyuncak Müzeleri ile Barış Manço Müzesi’ni kurdunuz. Özel müzelerin kurulması ve yaşatılması oldukça emek isteyen bir süreç. Zorluklar yaşadınız mı?
Zorluklar elbette yaşadım ama şikayetçi değilim. Özel müzecilik konusunda ülkemde bir kar makinesi gibi yol açmaya çalıştığımı biliyorum. Zorlukların ne olduğunu anlatmak istemiyorum, sorunları çok iyi biliyor ve bilginin ışığıyla çözmeye, daha doğrusu çözüm üretmeye çalışıyorum. Eline ışık taşıyan karanlığın üstüne yürüsün. Çünkü karanlık dediğimiz yer, birileri ışığı oraya taşımadığı için vardır.“Çünkü oyuncak üretildiği dönemin tanığıdır”
- “Müzeler toplumun hafızasıdır. Bunu anlayamayan bir ülke bilin ki Alzheimer olmuştur. Bu hastalığa yakalanan bir ülke nereden geldiğini ve nereye gideceğini bilemez. Türkiye, Alzheimer olma yolundadır’’ diyorsunuz. Alzheimer olmamamız için farklı müze projeleriniz var mı? Çok var. Kültür politikası konusunda ülkemde ne yapılması gerektiğini biliyorum. Hayvan sevgisi ve doğa korumacılığını içeren bir müze kurmak için 10 yılı aşkın bir süredir çalışıyorum. Bir Kedi Müzesi kazandırıyorum ülkeme. Masal, çizgi roman, oyun ve oyuncak tarihindeki kediler ilk kez bir müzenin çatısı altında buluşacak.
Müzenin içinde ayrıca bir müze daha olacak: ’’Nuh’un Gemisi Müzesi’’… Sanat ve oyuncak konulu bir müze için de belge ve bilgi topluyorum. Çocukların hayatında sanat, oyun ve oyuncak kültürüyle nasıl bir yer edinmiş? Bu sorunun yanıtını hafızaya kaydedecek ve benzeri olmayan bir müze olacak ‘’Sanatın Oyuncakları Müzesi’’… Unutmadan bir de çevre duyarlığını, ekoloji konusunda bir müze üzerinde çalışıyorum. O da ‘’Kardan Adam Müzesi’’ olacak. Dedim ya yüzlerce müze gezdim ben, araştırmalarda, incelemelerde bulundum. Sadece ülkem için değil, bu alanda dünyada eşsiz ve yeni olabilecek müze içeriklerini düşünüyor ve hayata kazandırmak istiyorum. Daha da çok müze hayalim var.
- Gidip gördüğünüz ülkelerden en çok etkilendiğiniz müzeler hangileri?
O kadar çok ki… Müzelerden dışarı çıkmam ben, orada yaşarım, kahvemi orada içer, kitabımı müzelerde okurum. Antikacılar, sahaflar da en çok sevdiğim mekanlardır. Birini söylemem gerekirse Nürnberg Oyuncak Müzesi’nin adını verebilirim. 1990’ların başında ziyaret etmiştim ilk kez… O kadar çok etkilenmiştim ki, bir hafta sonra yeniden gitmiştim Nürnberg’e. Oyuncağın, tarihi mimarinin, modanın, sanayi devriminin, uzayın fethinin tarihidir; hiçbir müze bir oyuncak müzesi kadar uygarlığın tarihinin bir araya getiremez. Çünkü oyuncak üretildiği dönemin tanığıdır.
- Birçok okulda, sivil toplum örgütlerinde ve hatta hapistanelerde söyleşi yapıyorsunuz? Dinleyicilerin anlattıklarınıza yaklaşımı ve tepkisi nasıl oluyor?
Ne yazık ki bu tür davetlere zaman olarak yetişemiyorum. Gitmek çok istiyorum ama 100 tane olsam, yine de pek çoğunu geri çevirmek zorunda kalırım. Oysa hayır demeyi hiç sevmem, gitmek isterim… Ama davetlerin çokluğu bunu olanaksız kılıyor.
Hapishanelerden gelen davetleri ayrı tutuyor ve gerekirse davet ettikleri günde bir başka programım varsa erteliyorum. Çünkü dedim ya bilginin ışığını sanatın gücüyle karanlığa taşımam beni çok mutlu ediyor. Sanırım bu yoğunluk, dinleyicilerin anlattıklarıma tepkisini de somut olarak ele veriyor.
- Corona günlerinde hepimiz farklı dönüşümler, farkındalıklar yaşadık. Sizdeki etkisini merak ediyoruz?
Dünyanın neresinde olursa olsun, kaybettiğimiz insanlar için çok üzüldüm… Ve her zaman takdir ettiğim, değerini bildiğim sağlık çalışanlarımıza hayran oldum. Onlara çok şey borçluyuz.
Hep derim, hayatın zenginliği hisse senetlerinde değil, hissi senetlerdedir. Sanırım bu gerçek daha da ışıldadı.
- Pandemi sonrası yurt dışı kısıtları kalktığında ilk gitmek istediğiniz yer neresi olacak?
Değil saatlerce, günlerce içinden çıkamayacağım müzeleri, kitapçıları, antikacıları ve sahaflarıyla Paris…
Röportaj ; Ayşe KAYNARCALI